İhlası
Bir vakit, İmam-ı Ali Radıyallahu Anh, bir kâfiri yere atmış. Kılıncını çekip keseceği zaman, o kâfir ona tükürmüş. O kâfiri bırakmış, kesmemiş. O kâfir, ona demiş ki: "Neden beni kesmedin?" Dedi: "Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün, hiddete geldim. Nefsimin hissesi karıştığı için ihlasım zedelendi. Onun için seni kesmedim." O kâfir ona dedi: "Beni çabuk kesmen için seni hiddete getirmekti. Madem dininiz bu derece sâfi ve hâlistir, o din haktır." dedi.
Mektubat - 268
Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahu Anh, nasılki
ﻭَ ﺑِﺎﻟْﺎٰﻳَﺔِ ﺍﻟْﻜُﺒْﺮٰﻯ ﺍَﻣِﻨِّﻰ ﻣِﻦَ ﺍﻟْﻔَﺠَﺖْ ٭ ﻭَ ﺑِﺤَﻖِّ ﻓَﻘَﺞٍ ﻣَﻊَ ﻣَﺨْﻤَﺔٍ ﻳَٓﺎ ﺍِﻟٰﻬَﻨَﺎ ٭ ﻭَ ﺑِﺎَﺳْﻤَٓﺎﺋِﻚَ ﺍﻟْﺤُﺴْﻨٰﻰ ﺍَﺟِﺮْﻧِﻰ ﻣِﻦَ ﺍﻟﺸَّﺘَﺖْ ٭ ﺣُﺮُﻭﻑٌ ﻟِﺒَﻬْﺮَﺍﻡٍ ﻋَﻠَﺖْ ﻭَ ﺗَﺸَﺎﻣَﺨَﺖْ ٭ ﻭَ ﺍﺳْﻢُ ﻋَﺼَﺎ ﻣُﻮﺳٰﻰ ﺑِﻪِ ﺍﻟﻈُّﻠْﻤَﺔُ ﺍﻧْﺠَﻠَﺖْ
diye birinci fıkrasıyla Yedinci Şuâ'a işaret etmiş; öyle de: Aynı fıkra ile, âlî bir tefekkürname ve tevhide dair yüksek bir marifetname namında olan Yirmidokuzuncu Arabî Lem'aya dahi işaret eder. İkinci fıkrasıyla İsm-i A'zam ve Sekine denilen Esma-i Sitte-i Meşhurenin hakikatlarını gayet âlî bir tarzda beyan ve isbat eden
ve Yirmidokuzuncu Lem'ayı takib eyleyen Otuzuncu Lem'a namında Altı Nükte-i Esma Risalesine
ve Yirmidokuzuncu Lem'ayı takib eyleyen Otuzuncu Lem'a namında Altı Nükte-i Esma Risalesine
ﺑِﺎَﺳْﻤَٓﺎﺋِﻚَ ﺍﻟْﺤُﺴْﻨٰﻰ ﺍَﺟِﺮْﻧِﻰ ﻣِﻦَ ﺍﻟﺸَّﺘَﺖْ
cümlesiyle işaret ettiğinden sonra akabinde, Risale-i Esma'yı takib eden Otuzbirinci Lem'anın Birinci Şuâı olarak, otuzüç âyet-i Kur'aniyenin Risale-i Nur'a işaratını kaydedip, hesab-ı cifrî münasebetiyle, baştan başa İlm-i Huruf Risalesi gibi görünen ve bir mu'cize-i Kur'aniye hükmünde bulunan risaleye ﺣُﺮُﻭﻑٌ ﻟِﺒَﻬْﺮَﺍﻡٍ ﻋَﻠَﺖْ ﻭَ ﺗَﺸَﺎﻣَﺨَﺖْ
kelimesiyle işaret edip, der-akab
ﻭَ ﺍﺳْﻢُ ﻋَﺼَﺎ ﻣُﻮﺳٰﻰ ﺑِﻪِ ﺍﻟﻈُّﻠْﻤَﺔُ ﺍﻧْﺠَﻠَﺖْ
kelâmıyla dahi, Risale-i Hurufiyeyi takib eden ve El-Âyetü'l-Kübra'dan ve başka Resail-i Nuriyeden terekküb eden ve Asâ-yı Musa namını alan ve Asâ-yı Musa gibi, dalaletin ve şirkin sihirlerini ibtal eden Risale-i Nur'un şimdilik en son ve âhir risalesine Asâ-yı Musa namını vererek işaretle beraber, manevî karanlıkları dağıtacağını müjde ediyor.
Evet ﻭَ ﺑِﺎﻟْﺎٰﻳَﺔِ ﺍﻟْﻜُﺒْﺮٰﻯkelimesiyle Yedinci Şuâ'a işareti, kuvvetli karineler ile isbat edildiği gibi; aynı kelime, diğer bir mana ile elhak Risale-i Nur'un âyet-i kübrası hükmünde ve ekser risalelerin ruhlarını cem'eden ve Arabî bulunan Yirmidokuzuncu Lem'aya bu kelâm, "müstetbeatü't-terakib" kaidesiyle ona bakıyor, efradına dâhil ediyor. Öyle ise; Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahu Anh dahi bu fıkradan ona bakıp işaret eder diyebiliriz.
Mektubat - 462
Hem madem Celcelutiye'nin aslı vahiydir ve esrarlıdır ve gelecek zamana bakıyor ve gaybî umûr-u istikbaliyeden haber veriyor. Ve madem Kur'an itibariyle bu asır dehşetlidir ve Kur'an hesabıyla, Risale-i Nur bu karanlık asırda ehemmiyetli bir hâdisedir. Ve madem sarahat derecesinde çok karine ve emarelerle; Risale-i Nur Celcelutiye'nin içine girmiş, en mühim yerinde yerleşmiş. Ve madem Risale-i Nur ve eczaları bu mevkie lâyıktır ve Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahu Anh'ın nazar-ı takdirine ve tahsinine ve onlardan haber vermesine liyakatları ve kıymetleri var. Ve madem Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahu Anh, Siracünnur'dan zahir bir surette haber verdiğinden sonra ikinci derecede, perdeli bir tarzda Sözler'den, sonra Mektublar'dan, sonra Lem'alar'dan, risalelerdeki aynı tertib, aynı makam, aynı numara tahtında, kuvvetli karinelerin sevkiyle kelâm delalet ve Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahu Anh'ın işaret ettiğini isbat eylemiş. Ve madem başta
ﺑَﺪَﺋْﺖُ ﺑِﺒِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠّٰﻪِ ﺭُﻭﺣِﻰ ﺑِﻪِ ﺍﻫْﺘَﺪَﺕْ ٭ ﺍِﻟٰﻰ ﻛَﺸْﻒِ ﺍَﺳْﺮَﺍﺭٍ ﺑِﺒَﺎﻃِﻨِﻪِ ﺍﻧْﻄَﻮَﺕْ
risalelerin başı ve Birinci Söz olan Bismillah Risalesine baktığı gibi; Kasem-i Câmi'-i Muazzama'nın âhirinde, risalelerin kısm-ı âhirleri olan son Lem'alara ve Şuâlara; hususan bir âyet-i kübra-yı tevhid olan Yirmidokuzuncu Lem'a-i Hârika-i Arabiye ve Risale-i Esma-i Sitte ve Risale-i İşarat-ı Huruf-u Kur'aniye ve bilhâssa şimdilik en âhir Şuâ ve asâ-yı Musa gibi dalaletlerin bütün manevî sihirlerini ibtal edebilen bir mahiyette bulunan ve bir manada Âyetü'l-Kübra namını alan risale-i hârikaya bakıyor gibi bir tarz-ı ifade görünüyor. Ve madem bir tek mes'elede bulunan emareler ve karineler, mes'elenin vahdeti haysiyetiyle birbirine kuvvet verir, zaîf bir münasebetle bir tereşşuh dahi menbaına ilhak edilir. Elbette bu yedi aded esaslara istinaden deriz:
Mektubat - 464
Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahu Anh, nasılki meşhur Sözlere tertibleri üzerine işaret etmiş ve Mektubat'tan bir kısmına ve Lem'alardan en mühimlerine tertible bakmış; öyle de:
ﺑِﺎَﺳْﻤَٓﺎﺋِﻚَ ﺍﻟْﺤُﺴْﻨٰﻰ ﺍَﺟِﺮْﻧِﻰ ﻣِﻦَ ﺍﻟﺸَّﺘَﺖْ
cümlesiyle, Otuzuncu Lem'aya, yani müstakil Lem'aların en son olan Esma-i Sitte Risalesi'ne, tahsin ederek bakıyor. Ve
ﺣُﺮُﻭﻑٌ ﻟِﺒَﻬْﺮَﺍﻡٍ ﻋَﻠَﺖْ ﻭَ ﺗَﺸَﺎﻣَﺨَﺖْ
kelâmıyla dahi, Otuzuncu Lem'ayı takib eden İşarat-ı Huruf-u Kur'aniye risalesini takdir edip, işaretle tasdik ediyor.
ﻭَ ﺍﺳْﻢُ ﻋَﺼَﺎ ﻣُﻮﺳٰﻰ ﺑِﻪِ ﺍﻟﻈُّﻠْﻤَﺔُ ﺍﻧْﺠَﻠَﺖْ
kelimesiyle dahi şimdilik en âhir risale ve tevhid ve imanın elinde asâ-yı Musa gibi hârikalı, en kuvvetli bürhan olan mecmua risalesini senakârane remzen gösteriyor gibi bir tarz-ı ifadeden bilâ-perva hükmediyoruz ki: Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahu Anh hem Risale-i Nur'dan, hem çok ehemmiyetli risalelerinden mana-yı hakikî ve mecazî ile; işarî ve remzî ve îmaî ve telvihî bir surette haber veriyor. Kimin şübhesi varsa, işaret olunan risalelere bir kerre dikkatle baksın. İnsafı varsa, şübhesi kalmaz zannediyorum.
Buradaki mana-yı işarî ve medlûl-ü mecazîlere, karinelerin en güzeli ve latîfi; aynı tertibi muhafaza ile verilen isimlerin münasebetidir. Meselâ: Yirmidokuz ve Otuz ve Otuzbir ve Otuziki mertebe-i ta'dadda, Yirmidokuz ve Otuz ve Otuzbir ve Otuzikinci Sözlere gayet münasib isimler ile; başta, Sözlerin başı olan Birinci Söz'e, aynı Besmele sırrıyla ve âhirde, şimdilik risalelerin âhirine mahiyetini gösterir lâyık birer isim vererek işaret etmesi gerçi gizli ise de, fakat çok güzeldir ve letafetlidir.
Ben itiraf ediyorum ki: Böyle makbul bir eserin mazharı olmak, hiçbir vecihle o makama liyakatım yoktur. Fakat küçük ehemmiyetsiz bir çekirdekten, koca dağ gibi bir ağacı halketmek; kudret-i İlahiyenin şe'nindendir ve âdetidir ve azametine delildir. Ben kasemle temin ederim ki: Risale-i Nur'u senadan maksadım, Kur'anın hakikatlarını ve imanın rükünlerini teyid ve isbat ve neşirdir. Hâlık-ı Rahîm'ime yüzbinler şükrolsun ki; kendimi, kendime beğendirmemiş, nefsimin ayıblarını ve kusurlarını bana göstermiş ve o nefs-i emmareyi, başkalara beğendirmek arzusu kalmamış. Kabir kapısında bekleyen bir adam, arkasındaki fâni dünyaya riyakârane bakması, acınacak bir hamakattır ve dehşetli bir hasarettir.
Mektubat - 464
İşte bu halet-i ruhiye ile, yalnız hakaik-i imaniyenin tercümanı olan Risale-i Nur'un doğru ve hak olduğuna latîf bir münasebet söyleyeceğim. Şöyle ki:
Celcelutiye, Süryanice bedî' demektir ve bedî' manasındadır. İbareleri bedî' olan Risale-i Nur, Celcelutiye'de mühim bir mevki tutup ekser yerlerinde tereşşuhatı göründüğünden, kasidenin ismi ona bakıyor gibi verilmiş. Hem şimdi anlıyorum ki, eskiden beri benim liyakatım olmadığı halde bana verilen Bedîüzzaman lakabı, benim değildi; belki Risale-i Nur'un manevî bir ismi idi. Zahir bir tercümanına âriyeten ve emaneten takılmış. Şimdi o emanet isim, hakikî sahibine iade edilmiş. Demek, Süryanice bedî' manasında ve kasidede tekerrürüne binaen kasideye verilen Celcelutiye ismi işarî bir tarzda, bid'at zamanında çıkan bedîülbeyan ve bedîüzzaman olan Risale-i Nur'un; hem ibare, hem mana, hem isim noktalarıyla bedî'liğine münasebetdarlığı ihsas etmesine ve bu isim bir parça ona da bakmasına ve bu ismin müsemmasında, Risale-i Nur çok yer işgal ettiği için, hak kazanmış olmasına tahmin ediyorum.
ﺭَﺑَّﻨَﺎ ﻟﺎَ ﺗُﺆَﺍﺧِﺬْﻧَٓﺎ ﺍِﻥْ ﻧَﺴِﻴﻨَٓﺎ ﺍَﻭْ ﺍَﺧْﻄَﺎْﻧَﺎ
Mektubat - 465
Sual:
Bütün kıymetdar kitablar içinde Risale-i Nur, Kur'anın işaretine ve iltifatına ve Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahu Anh'ın takdir ve tahsinine ve Gavs-ı A'zam'ın (K.S.) teveccüh ve tebşirine vech-i ihtisası nedir? O iki zâtın kerametle Risale-i Nur'a bu kadar kıymet ve ehemmiyet vermesinin hikmeti nedir?
Elcevab:
Malûmdur ki bazı vakit olur, bir dakika; bir saat ve belki bir gün, belki seneler kadar ve bir saat; bir sene, belki bir ömür kadar netice verir ve ehemmiyetli olur. Meselâ: Bir dakikada şehid olan bir adam, bir velayet kazanır; ve soğuğun şiddetinden incimad etmek zamanında ve düşmanın dehşet-i hücumunda bir saat nöbet, bir sene ibadet hükmüne geçebilir. İşte aynen öyle de: Risale-i Nur'a verilen ehemmiyet dahi, zamanın ehemmiyetinden, hem bu asrın şeriat-ı Muhammediyeye (A.S.M.) ve şeair-i Ahmediyeye (A.S.M.) ettiği tahribatın dehşetinden, hem bu âhirzamanın fitnesinden eski zamandan beri bütün ümmet istiaze etmesi cihetinden, hem o fitnelerin savletinden mü'minlerin imanlarını kurtarması noktasından Risale-i Nur öyle bir ehemmiyet kesbetmiş ki: Kur'an ona kuvvetli işaretle iltifat etmiş ve Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahu Anh üç kerametle ona beşaret vermiş ve Gavs-ı A'zam (K.S.) kerametkârane ondan haber verip, tercümanını teşci' etmiş.
Evet bu asrın dehşetine karşı taklidî olan itikadın istinad kal'aları sarsılmış ve uzaklaşmış ve perdelenmiş olduğundan; her mü'min, tek başıyla dalaletin cemaatle hücumuna mukavemet ettirecek gayet kuvvetli bir iman-ı tahkikî lâzımdır ki dayanabilsin. Risale-i Nur bu vazifeyi; en dehşetli bir zamanda ve en lüzumlu nazik bir vakitte, herkesin anlayacağı bir tarzda; hakaik-i Kur'aniye ve imaniyenin en derin ve en gizlilerini, gayet kuvvetli bürhanlar ile isbat ederek; o iman-ı tahkikîyi taşıyan hâlis ve sadık şakirdleri dahi, bulundukları kasaba ve karye ve şehirlerde -hizmet-i imaniye itibariyle- âdeta birer gizli kutub gibi, mü'minlerin manevî birer nokta-i istinadı olarak, bilinmedikleri ve görünmedikleri ve görüşülmedikleri halde, kuvve-i maneviye-i itikadları cesur birer zabit gibi; kuvve-i maneviyeyi, ehl-i imanın kalblerine verip, mü'minlere manen mukavemet ve cesaret veriyorlar.
Eğer bir muannid tarafından denilse: "Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahu Anh, bu umum mecazî manaları irade etmemiş." Biz de deriz ki: Faraza Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahu Anh irade etmezse, fakat kelâmı delalet eder ve karinelerin kuvvetiyle, işarî ve zımnî delaletle manaları içine dâhil eder. Hem madem o mecazî mana ve işarî mefhumlar haktır, doğrudur ve vakıa mutabıktır ve bu iltifata lâyıktır ve karineleri kuvvetlidir; elbette Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahu Anh'ın, böyle bütün işarî manaları irade edecek küllî bir teveccühü faraza bulunmazsa; Celcelutiye vahiy olmak cihetiyle hakikî sahibi, Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahu Anh'ın üstadı olan Peygamber-i Zîşan Aleyhissalâtü Vesselâm'ın küllî teveccühü ve üstadının Üstad-ı Zülcelal'inin ihatalı ilmi onlara bakar, irade dairesine alır.
Bu hususta kat'î ve yakîn derecesindeki kanaatımın bir sebebi şudur ki: Müşkilât-ı azîme içinde, El-Âyetü'l-Kübra'nın tefsir-i ekberi olan Yedinci Şuâ'ı yazmakta çok zahmet çektiğimden, bir kudsî teselli ve teşvike cidden çok muhtaç idim. Şimdiye kadar mükerrer tecrübelerle bu gibi haletlerimde, inayet-i İlahiye imdadıma yetişiyordu. Risaleyi bitirdiğim aynı vakitte -hiç hatırıma gelmediği halde- birden bu keramet-i Aleviyenin zuhuru, bende hiçbir şübhe bırakmadı ki; bu dahi benim imdadıma gelen sair inayet-i İlahiye gibi, Rabb-i Rahîm'in bir inayetidir. İnayet ise aldatmaz, hakikatsız olmaz.
Said Nursî
Mektubat - 466
İmanı
Öyle bir İman ki Dağlar Gibi
Cesareti
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Kur'andan sonra en büyük mu'cizesi, kendi zâtıdır. Yani onda içtima' etmiş ahlâk-ı âliyedir ki; herbir haslette en yüksek tabakada olduğuna, dost ve düşman ittifak ediyorlar. Hattâ şecaat kahramanı Hazret-i Ali, mükerreren diyordu: "Harbin dehşetlendiği vakit, biz Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın arkasına iltica edip tahassun ediyorduk." Ve hâkeza... Bütün ahlâk-ı hamîdede en yüksek ve yetişilmeyecek bir dereceye mâlik idi. Şu mu'cize-i ekberi, Allâme-i Mağrib Kadı Iyaz'ın Şifa-i Şerif'ine havale ediyoruz. Elhak o zât, o mu'cize-i ahlâk-ı hamîdeyi pek güzel beyan edip isbat etmiştir.
Mektubat - 179
Helal Rızka Verdiği Önem
Hz.Ali Mescidin kapısında duran çocuğa , çıkana kadar atını beklemesini istedi *
Hz.Ali Mescidde iken çocuk atın yularını çaldı ve kaçtı *
Hz.Ali mescitten çıkarken çocuğa yardımından dolayı iki dirhem verecekti *
Fakat atını tek görünce yularının çalındığını anladı.
Çocuk deveye bakmadığı gibi, yuları da çalıp götürüp 2 dirheme tüccara sattı.
HzAli tüccara 2 dirhem verip yuları geri aldı ve dedi ki "o çocuk yazık etti kendine, ben zaten ona 2 dirhem verecektim. O acele etti, helal rızkını harama çevirdi.
HİCRETTEKİ VAZİFESİ
Ehl-i siyer ve hadîs, müttefikan haber veriyorlar ki: Kureyş kabilesi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ı öldürtmek için, kat'î ittifak ettiler. Hattâ insan suretine girmiş bir şeytanın tedbiriyle, Kureyş içine fitne düşmemek için, her kabileden lâekal bir adam içinde bulunup, ikiyüze yakın, Ebu Cehil ve Ebu Leheb'in taht-ı hükmünde olarak, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın hane-i saadetini bastılar. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın yanında Hazret-i Ali vardı. Ona dedi: "Sen bu gece benim yatağımda yat." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm beklemiş, tâ Kureyş gelmiş, bütün hanenin etrafını tutmuşlar. O vakit çıktı, bir parça toprak başlarına attı. Hiçbirisi onu görmedi, içlerinden çıktı gitti. Gàr-ı Hira'da iki güvercin ve bir örümcek, bütün Kureyş'e karşı ona nöbetdar olup, muhafaza ettiler.
Mektubat - 158
PEYGAMBER EFENDİMİZİN HZ.ALİ'YE ETTİĞİ DUALAR
Hem nakl-i sahih ile İmam-ı Ali için dua etmiş ki:
ﺍَﻟﻠّٰﻬُﻢَّ ﺍﻛْﻔِﻪِ ﺍﻟْﺤَﺮَّ ﻭَﺍﻟْﻘَﺮَّ
Yani: "Yâ Rab! Soğuk ve sıcağın zahmetini ona gösterme." İşte şu dua bereketiyle, İmam-ı Ali kışta yaz libasını giyerdi, yazda kış libasını giyerdi. Der idi ki: O duanın bereketiyle hiçbir soğuk ve sıcağın zahmetini çekmiyorum.
Mektubat - 146
HAYBER GAZVESİNDE
Başta Buharî ve Müslim, kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki: Gazve-i Hayber'de, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Aliyy-i Haydarî'yi bayraktar tayin ettiği halde, Ali'nin gözleri hastalıktan çok ağrıyordu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm tiryak gibi tükürüğünü gözüne sürdüğü dakikada, şifa bularak hiçbir şey kalmadı. Sabahleyin Hayber Kal'asının pek ağır demir kapısını çekip, elinde kalkan gibi tutup, Kal'a-i Hayber'i fethetti. Hem o vakıada, Seleme İbn-i Ekva'ın bacağına kılınç vurulmuş, yarılmış. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona nefes edip, birden ayağı şifa bulmuş.
Mektubat - 139
Peygamberimizin Mucizelerine Şahitliklerinden Örnekler
Başta Buharî ve Müslim olarak kütüb-ü sahiha, Hazret-i İmran İbn-i Husayn'dan haber veriyorlar ki: İmran der: Bir seferde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile beraber susuz kaldık. Bana ve Ali'ye ferman etti ki: "Filan mevkide bir kadın, iki kırba suyu hayvana yükletmiş gidiyor; alıp buraya getiriniz." Ben ve Ali beraber gittik, aynı yerde kadını, su yükü ile bulduk, getirdik. Sonra emretti: "Bir kaba bir parça su boşaltınız." Boşalttık. Bereketle dua etti. Sonra yine suyu, o hayvandaki kırbaya koyduk. Ferman etti ki: "Herkes gelsin, kabını doldursun." Bütün kafile geldi, kaplarını doldurdular, içtiler. Sonra ferman etti: "Kadına birşeyler toplayınız." Kadının eteğini doldurdular. İmran diyor ki: Ben tahayyül ediyordum ki, gittikçe iki kırba doluyor, daha ziyadeleşiyor. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm o kadına ferman etti ki:
ﺍِﺫْﻫَﺒِﻰ ﻓَﺎِﻧَّﺎ ﻟَﻢْ ﻧَﺎْﺧُﺬْ ﻣِﻦْ ﻣَٓﺎﺋِﻚِ ﺷَﻴْﺌًﺎ ﻭَﻟٰﻜِﻦَّ ﺍﻟﻠّٰﻪَ ﺳَﻘٰﻴﻨَﺎ
Yani: Senin suyundan almadık, belki Cenab-ı Hak bize hazinesinden su içirdi.
Mektubat - 123
Hazret-i Ali ve Hazret-i Câbir ve Hazret-i Âişe-i Sıddıka'dan nakl-i sahih ile sabittir ki: Dağ, taş, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a "Esselâmü aleyke ya Resulallah" diyorlardı. Hazret-i Ali'nin tarîkında diyor ki: Bidayet-i nübüvvette, nevahi-i Mekke'de, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile beraber gezdiğimizde, ağaç ve taşa rastgeldiğimiz vakit, "Esselâmü aleyke yâ Resulallah" diyorlardı. Hazret-i Câbir, tarîkında der ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm taş ve ağaca rastgeldiği vakit, ona secde ediyordular; yani inkıyad edip, "Esselâmü aleyke yâ Resulallah" diyordular. Câbir'in bir rivayetinde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş:
ﺍِﻧِّﻰ ﻟَﺎَﻋْﺮِﻑُ ﺣَﺠَﺮًﺍ ﻛَﺎﻥَ ﻳُﺴَﻠِّﻢُ ﻋَﻠَﻰَّ
Bazıları demişler ki: O, Hacerü'l-Esved'e işarettir. Hazret-i Âişe'nin tarîkında demiş: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş:
ﻟَﻤَّﺎ ﺍﺳْﺘَﻘْﺒَﻠَﻨِﻰ ﺟَﺒْﺮَٓﺍﺋِﻴﻞُ ﺑِﺎﻟﺮِّﺳَﺎﻟَﺔِ ﺟَﻌَﻠْﺖُ ﻟﺎَ ﺍَﻣُﺮُّ ﺑِﺤَﺠَﺮٍ ﻭَﻟﺎَ ﺷَﺠَﺮٍ ﺍِﻟﺎَّ ﻗَﺎﻝَ ﺍَﻟﺴَّﻠﺎَﻡُ ﻋَﻠَﻴْﻚَ ﻳَﺎ ﺭَﺳُﻮﻝَ ﺍﻟﻠّٰﻪِ
Mektubat - 132
Evine Peygamber Efendimizle Gelen Bereket
Onikinci Misal:
Hazret-i İmam-ı Cafer-i Sadık, pederleri İmam-ı Muhammedü'l-Bâkır'dan, o da pederi İmam-ı Zeynelâbidîn'den, o dahi İmam-ı Ali'den nakleder ki: Fatımatü'z-Zehra, yalnız ikisine kâfi gelecek bir yemek pişirdi. Sonra Ali'yi gönderdi; tâ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm gelsin, beraber yesinler. Teşrif etti ve emretti ki: O yemekten her bir ezvacına birer kâse gönderildi. Sonra kendine, hem Ali'ye, hem Fatıma ve evlâdlarına birer kâse ayrıldıktan sonra, Hazret-i Fatıma der: "Tenceremizi kaldırdık, daha dolu olup taşıyordu. Meşiet-i İlahiye ile, hayli zaman o yemekten yedik."
Acaba niçin bu nuranî, yüksek silsile-i rivayetten gelen şu mu'cize-i berekete, gözün ile görmüş gibi inanmıyorsun? Evet buna karşı, şeytan dahi bahane bulamaz.
Mektubat - 116
Cihad Hayatı
Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- Hâtıb İbn-i Beltea'nın, gizli Kureyş'e gönderdiği mektubu haber vermiş. Hazret-i Ali ile Mikdad'ı göndermiş. "Filan mevkide bir şahısta şöyle bir mektub var. Alınız, getiriniz!" Gittiler, aynı yerden aynı mektubu getirdiler. Hâtıb'ı celbetti. "Neden yaptın?" demiş; o da özür beyan etmiş, özrünü kabul etmiş.
Mektubat - 109
Evlilik Hayatı
Peygamberimiz'in, Hz. Zeynep ile Hz. Zeyd'in evlenmesi konusunda ve Hz. Ali'nin Hz. Fatıma'dan sonra ikinci bir evlilik yapmaması konusundaki tutumunu değerlendirir misiniz? Burada bir otoriter tutum mu sergilenmiştir?
Soru Detayı
1) Peygamberimiz (asm) nikahta rızaya büyük önem veriyor. Ancak Hz. Zeyneb'in Hz. Zeyd ile evlenmek istememesi sonucu, âyet inmiş ve evlenmesi emredilmiştir. Nikâh rızaya bağlı ise, bu emir nasıl telif edilir? 2) Yine Hz. Ali Hz. Fatıma'nın üzerine başka bir kadın ile evlenince Peygamberimiz (asm)müdahale ediyor. Bu durumdap peygamberlik otoritesi ile babalık otoritesinin farklılığından bahsedilebilir mi? Buna ilişkin neler söylenebilir?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Hz. Zeynep Validemizin Hz. Zeyd ile Evlenmesi:
Hz. Zeyneb, peygamberlikten yirmi yıl önce dünyaya gelmiş, Efendimiz (asm)'in hala kızı idi. İlk iman edenlerdendir... Asıl adı Berre idi. Resulullah (asm) onu Zeyneb olarak değiştirmiştir. Babası Beni Esed kabilesinden Burre, annesi Efendimiz'in halası Ümeyye binti Abdulmuttalib'tir. O, Mekke'den Medine'ye ilk hicret edenler arasında yer aldı. Medine'ye hicret ettiğinde bekardı. Efendimiz (asm) onu evlâtlığı Zeyd b. Harise ile evlendirdi.
Bilindiği gibi, Mekke dönemi daha ziyade iman esaslarının, Medine dönemi ise İslâmî hükümlerin tesis ve tahkim dönemidir. Bu dönemde cereyan eden olaylar, ya geçmişten gelen toplumda yer etmiş batıl bir hükmü kaldırıyor, yerine yenisini koyuyor, ya da yepyeni bir hüküm ihdas ediyordu.
Hz. Zeyneb'in gerek Efendimiz (asm)'den önce Hz. Zeyd'le evlendirilmesinde, gerekse daha sonra Efendimiz'in onunla evlenmesinde, diğer hanımlarından farklı, Cahiliyet Dönemi âdet ve geleneklerini kaldıran hükümler ortaya çıkmıştır.
Peygamber Efendimiz (asm)'in evliliklerinde gerek o zamanın münafıkları, gerekse yeni zamanın dalalet ehli tarafından en çok dile dolanılıp itiraz edilen Hz. Zeyneb'le olan evliliğidir. Ayrıca çok önemli hükümlerin ortaya çıkmasına sebep olan bir evliliktir.
Bütün bu sebeblerle bu evliliğin nikâhı bir "akd-i semavi"dir. yani bizzat Cenab-ı Hak tarafından kıyılmıştır...
Cahiliyyet döneminde "kölelik ve imtiyazlı sınıf" kavramı en koyu biçimde yer etmişti. Bunun ortadan kaldırılması ve insanların Allah katındaki üstünlüğünün sınıf, rütbe, ırk farklılığıyla değil, takva ile olacağı vurgulanmalıydı. Bunun için en hassas konulardan biri olan evlilik ile bu yanlışın kaldırılması gerekliydi.
Efendimiz (asm) Zeyneb gibi asil soylu ve güzel bir kızı, kendi azad ettiği hizmetçisi Zeyd ile evlendirmekle bu alanda bir adım atmak istemişti. Ancak toplumdaki yaygın kanaatlerin etkisiyle olacak ki, Zeyneb ve kardeşleri önce bu evliliği uygun görmediler. Hür bir kadının, azatlı bir köle ile evlenmesi o günkü geleneğe uymuyordu.
Zeyneb, Resulullah'a, "Ya Resulallah, ben senin halanın kızıyım, ona varmaya razı değilim, üstelik ben Kureyş'liyim." diye görüşünü beyan etti. Resulullah (asm), Zeyd'in kendi yanındaki ve İslâm'daki değerini anlatıp, aslında ana baba tarafından asil ve soylu bir kimse olduğunu belirti.
Derken, Ahzab suresinin 36. âyeti nazil oldu:
"Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse apaçık bir sapıklığa düşmüş olur."
Bunun üzerine Zeyneb, "Ben Allah ve Resulüne asi olamam!.." diyerek bu evliliği kabul etti.
Fakat bu evlilik iyi yürümedi. Aralarında samimî bir sevgi ve saygı oluşmadı. Zeyneb, dindar ve Allah'tan korkan bir kadın olmasına rağmen, güzelliği, asaleti ile iftihar ediyor, azatlı bir köle olan kocasına iğneleyici sözler söyleyip tepeden bakıyordu.
Hz. Zeyd, artan bu geçimsizliğe dayanamadı, Efendimize (asm) müracaat ederek karısını boşamak istediğini söyledi. Efendimiz çok müteessir oldu. Çünkü bu evliliği isteyen bizzat kendisi idi. Toplumun yanlış algılamalarını kırmak istiyordu. Bu sebebten her defasında Zeyd'e "Karını tut, boşama." diyordu. Ancak her şeye rağmen bu evlilik bir seneden fazla sürmedi. Zeyd, sonunda karısını boşamak zorunda kaldı.
Aradan bir süre geçtikten sonra, sıra Cahiliyet'te yaygın bir başka yanlış âdetin kaldırılmasına gelmişti. Bu da evlâtlıkların, öz evlât gibi kabul edilmesi, dolayısıyla onların hanımları da babalıkların öz kızı hükmünde telâkki edilmesi yanlışı idi.
İslâm, evlâtlık kurumunu temelden değiştirmişti; âyet-i Kerime bu konuda gâyet açıktı:
“Onları, yani evlâtlıklarınızı babalarının ismine nisbet ederek çağırın. Bu Allah katında daha doğrudur. Eğer babalarını bilmiyorsanız, onlar zaten sizin din kardeşleriniz ve dostlarınızdır.” (Ahzab, 33/5)
Bu âyet nazil olduktan sonra Zeyd, artık Zeyd bin Harise diye babasına nisbet edilerek çağrılmaya başlandı. Evlâtlığın kaldırılmasından sonra, evlâtlık hanımlarının da öz kız gibi olmadığı ortaya çıkmış oldu. Ancak bunun bir örnekle de ispatlanması ve kökleştirilmesi gerekiyordu. Bu da Hz. Peygamber (asm)'in, Hz. Zeyneb'Ie evlenmesi ile mümkün olacaktı. Ancak yerleşik bir âdeti ortadan kaldırırken ortaya çıkacak fitne ve dedikodular Efendimizi (asm) düşündürüyordu. Ama İslâm'ın getirdiği bu prensip, kesinlikle kendi üzerinde uygulanacaktı. Bundan kaçınılamazdı. Nitekim bu hususu Kur'an-ı Kerim şöyle dile getirir:
"Hani Allah'ın iman nasib ederek ikramda bulunduğu ve senin de azad edip evlâtlık edinerek ikramda bulunduğun kimseye sen, 'hanımını bırakma, Allah'tan kork' diyordun. Sen o zaman, Allah'ın açıklayacağı bir şeyi bildiğin hâlde, insanların dedikodusundan korkuyordun. Halbuki Allah korkulmaya daha layıktır. Sonra Zeyd o hanımla alâkasını kesince Biz onu sana nikâhladık. Ta ki evlâtlıkların boşadığı hanımlarla evlenmenin mü'minler için günah olmadığı anlaşılsın. Allah'ın emri işte böylece yerine getirilmiştir."(Ahzab, 33/37)
Bu âyetin nazil olmasından sonra, Hicretin 5. yılında, Zeyneb, otuz beş yaşında iken Efendimiz (asm) ile semavi bir akitle evlenmiştir.
Nitekim bu evlilik üzerine münafıklar boş durmadı. "Muhammed, oğlunun karısının haram olduğunu bildiği halde, kendi oğlunun hanımını nikahladı!" demeğe başladılar. Bunun üzerine Ahzab suresinin 40. âyeti nazil oldu:
"Muhammed, hiçbirinizin babası değildir, O Allah'ın Resulüdür ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah ise her şeyi hakkıyle bilir."
Peygamberler ümmetleri için bir nevi baba hükmünde olup, onlara kendi babalarından daha büyük bir şefkatle baktıkları halde, bu neseb itibariyle bir babalık değildir. İşte âyet-i kerime bu sebeble peygamberlerin ümmetlerinden hanım almasının akla, ilme ve tabiata uygun düşmeyen bir durum olmadığını açığa çıkarıyordu. Böylece İslâm, evlâtlıkla öz evlâd hukukunu birbirinden ayırıyordu. Ancak bu âdet o kadar köklü ve yerleşik idi ki, o gün Müslümanlar arasında bile kimse böyle bir evliliğe cesaret edemezdi. Bu yüzden o günkü münafıklar bu evliliği dillerine dolamış, çeşitli senaryolar üretmişlerdir. Hatta bu evliliği Efendimiz (asm)'in -haşa- nefsaniyetine düşkünlüğüne delil göstermek istemişlerdir.
Bu evliliği nefsanî ve şehevanî telâkki edenlere Üstad Bediüzzaman'ın veciz ve susturucu cevabı şöyledir:
"Yüz bin defa haşa ve kella. O damen-i muallaya, şöyle pest şübehatın eli yetişmez. Evet, on beş yaşından kırk beş yaşına kadar hararet-i gariziyenin galeyanı hangamında ve hevesat-ı nefsaniyenin iltihabı zamanında, dost ve düşmanın ittifakıyla kemal-i iffet ve tamam-ı ismetle Haticetü'l-Kübra (ra) gibi ihtiyarca bir tek kadınla iktifa ve kanaat eden bir zatın, kırktan sonra, yanı hararet-i gariziye tevakkufu hengamında ve hevesat-ı nefsaniyenin sükûneti zamanında kesret-i izdivaç ve tezevvücatı, bizzarure ve bilbedahe, nefsanî olmadığını ve başka ehemmiyetli hikmetlere müstenit olduğunu zerre kadar insafı olana ispat eder bir hüccettir." (Risale-i Nur Külliyatı, I/357)
Hz. Zeyneb'i daha önce bakire iken de tanıyan Efendimiz (as), onu Zeyd'le evlendirmeden önce de alabilirdi. Demek ki, bu evlilikte toplumda yaygın eski yanlışların düzeltilmesi ve yeni bir takım hükümlerin yerleştirilmesi gibi önemli hikmetler vardır.
Hz. Ali Efendimiz (ra)'in Hz. Fatıma Annemiz Üzerine Evlenmek İstemesi:
Peygamber Efendimiz (asm) birden fazla evliliğe karşı çıkmamış, ancak baba ve veli olarak kızı hakkında görüşünü beyan etmiştir. Peygamberimiz, kızı Hz.Fatıma'nın üzerine kocası Hz.Ali'nin ikinci bir kadınla evlenmek istemesine karşı çıkmıştır. Peygamberimiz (asm)'in terbiyesinde büyüyen Hz.Fatıma'nın, kocasının ikinci evliliğine karşı çıkması caiz olmasaydı Allah Resulü onu ikaz eder, kocasının arzusuna boyun eğmesini emrederdi. Halbuki durum öyle olmamış, bilakis kızının üzüldüğünü gören Allah Resulü (asm), damadı Hz.Ali'nin bu arzusundan vazgeçmesini istemiş, eğer vazgeçmezse ancak Fatıma'yı boşadıktan sonra evlenebileceğini bildirmiştir. Hz.Ali'nin Fatıma'nın üzerine evlenip onu üzmesine razı olmamıştır.
Allah Resulü'nün bu davranışında, Müslüman kız ve babalarının, damadın ikinci evliliğine karşı çıkabilecekleri ya da kızlarını boşadıktan sonra evlenmeleri hususunda ruhsat vardır denilebilir.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet ten alıntı.
İlim Anlayışı
1. Haddini Bilmek
Hz. Ali'ye minberde bir soru sorulur. O da "Bilmiyorum" der. Cemaatten birisi "O makam cahillerin makamı değildir" deyince Hz. Ali "Bu makam, bazı şeyleri bilen, bazılarını da bilmeyenlerin makamıdır. Her şeyi bilen, hiç bilmediği olmayan varlık (Allah) mekândan münezzehtir" der.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder